Röportaj

Bu birliktelik gücümüzü daha fazla artırıyor

Artık gelenekselleşen İstanbul Kadın Doğum Günleri’nin 7-10 Aralık tarihlerinde 7. gerçekleşecek. Bu önemli kongre öncesinde Kongre Sekreteryası’nı temsilen İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakan Seyisoğlu ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

İstanbul Kadın Doğum Günleri, İstanbul Üniversitesi’nin bünyesinde bulunan İstanbul ve Cerrahpaşa Tıp Fakülteleri Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalları tarafından gerçekleştiriliyor. Prof. Dr. Hakan Seyisoğlu bu birlikteliği şu sözlerle ifade ediyor; “Burada önemli olan iki kardeş tıp fakültesinin birlikte olmasıdır. İki ayrı fakülteyiz ama aynı zamanda da iki kardeş fakülteyiz. O nedenle bilimsel çalışmalarımızda, kongrelerimizde çoğunlukla beraber hareket ediyoruz. Bu birliktelik gücümüzü daha fazla artırıyor. Bu durumdan da memnunuz.” Bu önemli kongre hakkındaki detayları Seyisoğlu’ndan dinlemeye devam edelim.

Öncelikle sizi biraz tanıyalım mı?

Ben Profesör Doktor Hakan Seyisoğlu. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında öğretim üyesi olarak görev yapmaktayım. 1981 yılında İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesinden mezun olduktan sonra 1982 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Anabilim Dalı’nda asistan olarak göreve başladım ve bitirdikten sonra 1990 yılında uzman olarak tekrar geri döndüm. 1994 yılında doçent, 2000 yılında ise profesör oldum. Halen ağırlıklı olarak Üreme Endokrinolojisi ve İnfertilite konusunda çalışmalarımı sürdürmekteyim. Özellikle menopoz konusu özel ilgilendiğim alandır.

Kongredeki göreviniz nedir?

Bu kongre, Türkiye’nin en büyük ve önemli tıp fakülteleri olan ve her ikisi de İstanbul Üniversitesi’nin bünyesinde bulunan İstanbul ve Cerrahpaşa Tıp Fakülteleri Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalları tarafından gerçekleştiriliyor. Kongrenin iki başkanı, aynı zamanda anabilim dallarının başkanlarıdır. Sekreterya ise her iki fakülteyi temsilen birer öğretim üyesidir. Bu bağlamda kongre başkanları Prof. Dr. Atıl Yüksel ve Prof. Dr. Altay Gezer; sekreterya ise Cerrahpaşa Tıp Fakültesini temsilen ben ve İstanbul Tıp Fakültesini temsilen Prof. Dr. Samet Topuz’dur

Bu yıl 7’ncisini düzenleyecek olduğunuz Kadın Doğum Günleri’nin diğer altısına bakacak olursak neler söylemek istersiniz?

Bir kongrenin başarısını belirleyen önemli faktörlerin başında o kongrenin devamlılığı gelir. Bu devamlılığı sağlayabiliyorsanız her kongre diğerinden daha başarılı olacaktır şüphesiz. İstanbul Üniversitesi, Türkiye’nin en eski ve köklü üniversitelerinden birisidir. Bu güne kadar pek çok bilim insanı yetiştirmiştir. Kadın Hastalıkları ve Doğum için de aynı şey geçerlidir ve ülkemiz genelinde bulunan kadın hastalıkları ve doğum uzmanlarının bir bölümü bizlerden ihtisas almıştır. Öğretim üyeleri ise gerek yurt içi ve gerekse yurt dışı önemli çalışmaları olan, konularında söz sahibi kişilerdir. Bilgi ve tecrübelerini paylaşmak isteyen meslektaşlarımız, bu nedenle her yıl gittikçe artan sayılarda kongremize katılmaktadırlar. Burada önemli olan iki kardeş tıp fakültesinin birlikte olmasıdır. İki ayrı fakülteyiz ama aynı zamanda da iki kardeş fakülteyiz. O nedenle bilimsel çalışmalarımızda, kongrelerimizde çoğunlukla beraber hareket ediyoruz. Bu birliktelik gücümüzü daha fazla artırıyor. Bu durumdan da memnunuz.

Tıpta yeni gelişmelerin kongrelerde tartışılması, meslektaşlarımızın bilgi birikimleri açısından büyük önem taşıyor. Mesleki açıdan önemli bir buluşma noktası aslında… Katılımcı arkadaşlarımızın merak ettikleri diğer bir nokta,  bizler pratikte ne yapıyoruz? Kongrelerde genellikle bu sorularla karşılaşıyoruz. Yoksa günümüzde teknoloji sayesinde bilgiye ulaşmak artık çok kolay. Bilgisayarı açtığınız zaman bütün dünyadaki bilgiler önünüzde. Onları zaten herkes okuyor ama pratik olarak neler yapılıyor, bizler ne yapıyoruz? Onları daha çok merak ediyorlar.

İnteraktif bir ortam oluşuyor…

Tıp öyle bir şeydir ki o güne kadar binlerce hasta görürsünüz, karşınıza çıkan bir sonraki olgu sizin hiç görmediğiniz bir vaka olabilir. Her vaka size bir şey öğretir. Bu nedenle; “Ben çok tecrübeliyim, çok şey gördüm” dersiniz ama sizi dinlemeye gelen bir arkadaş, sizin o güne kadar görmediğiniz bir durumla karşılaşmıştır. Bu nedenle kongremiz sadece bilgi alışı değil, bilgi alışverişidir. Bizler de katılımcılardan çok şey öğreniyoruz.

Kongre; kurslar, oturumlar, paneller ve bilimsel çalışmaların sunumlarından oluşuyor. Bu kağıt üzerinde belirtilen. Sizden pratikte bunların nasıl işleyeceğini öğrenebilir miyiz?

Kurslar fakültelerde kongre öncesi gerçekleştirilecek ve hasta başı eğitimleri şeklinde olacak. Kurslara katılım sınırlı oluyor. Çünkü hasta başı eğitimlerde büyük bir grubu almanız çok fazla mümkün değil.

Bu kurslarda özel vakalar mı seçiliyor, program nasıl oluşturuluyor?

Özel vakalar da genel eğitimler de var. Ağırlıklı olarak pratiğe yönelik kurslarda eğitim, çoğunlukla hasta başı, operasyon salonu ya da interaktif olduğu için sınırlı olan bir grupla bire bir eğitim yapılıyor. Bu nedenle de daha kısıtlı sayıda katılımcıdan oluşan gruplar halinde gerçekleştiriliyor. Tabii sadece hasta başı olmadan anlatılarak yapılan kurslar da var ama kursun temel amacı bire bir eğitmek.

Kadın doğum bölümü denildiğinde ebe ve hemşirelerin rolü yadsınamaz. Zaten siz de kongrenizde onlara her zaman yer veriyorsunuz.

Bütün kongrelerimizde öyle oluyor. Çünkü beraber çalışıyoruz, onlarsız olmaz.

Ülkemizde ebeler olması gerekenden biraz daha geri planda kalıyor. Pek çok ülkede normal doğumlar ebeler tarafından gerçekleştiriliyor. Aslında bizde de daha eski yıllarda durum böyleydi ama artık taşralar hariç pek de öyle değil. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?

Normal doğum bir süreç ve bunların takibinde ebelerin rolü yadsınamaz. Yurtdışındaki büyük merkezlerde de böyledir. Konuyla ilgili eğitimli ebeler gebenin takibini yaparlar. Bu süreç içerisinde takip ne kadar iyi olursa normal doğumu o kadar artırırsınız. Normal doğumun artırılmasındaki temel noktalardan bir tanesi de budur. Sağlık Bakanlığı’nın bu konuda çok güçlü çalışmaları var. Normal doğumu artırmak, teşvik etmek, normal doğumun izlenmesini güçlendirmek için Sağlık Bakanlığı ciddi olarak bu konuya eğiliyor zaten.

Doğum dinamik bir süreçtir ve her an bir sürprizle karşılaşılabilirsiniz. Doğum eylemi sırasında takipte yapılacak bir hata çok ciddi sonuçlara neden olabilir. Bu nedenle gelişen herhangi bir duruma zamanında müdahale etmek gerekir. Bu bağlamda takip, anne ve çocuğun sağlığı hatta hayatı açısından oldukça önemlidir. Bu bağlamda doğum eyleminin izlenme sürecinde sadece doktor değil, ebelerin de rolleri büyüktür. Gözden herhangi bir şeyin kaçmaması ve takibin aksamaması için.

Kongrede ebe ve hemşireler için nasıl bir çalışma yer alacak?

Ebe ve hemşirelerde planlı oturumlar şeklinde düzenleme yapılıyor. Kendi bilimsel programlarını, çalışmalarını organize eden kendi içlerinde bir grup var. Öğretim üyesi statüsünde kişilerin de dahil olduğu bu grup, programı oluşturuyor. Biz onlara çok fazla müdahil olmuyoruz, olmak da istemiyoruz. Ayırdığımız bölümde de kendileri bu programlarını gayet başarılı bir şekilde yapıyorlar ve yaptılar da bu güne kadar. Kendi içlerinde önemli olan konuları belirliyorlar ve bu konuda eğitimlerini kurslar değil de bilimsel oturumlar şeklinde sunuyorlar. Aynı zamanda karşılaştıkları vakalardan oluşan çalışmalarını da birbirlerine sunuyorlar. Bizler sadece misafir olarak onlara oturum başkanlığı ya da onların bize talepte bulundukları bazı konularda onlara bilimsel bilgiler veriyoruz, anlatıyoruz ama büyük oranda kendileri bilimsel etkinliklerini gerçekleştiriyorlar.

Kongrenin konu başlıklarına baktığımız zaman kadın doğum alanını içeren her şey yer alıyor. Bu bölümlerden öncelikle perinatolojiye değinmek istiyorum. Bu konuda yeterli uzman sayımız var mı?

Perinatoloji, kadın hastalıkları ve doğumun bir bilim dalı. Bu bilim dalı ayrıca sınavla doktor alır. Yani kadın hastalıkları ve doğum uzmanlığını tamamlayan bir kişi sınava girer ve sınavı kazanırsa perinatolojinin bulunduğu merkezlerde eğitim görür ve bu eğitim süresini tamamladığı zaman da perinatoloji uzmanı olur. Uzman sayısı özellikle yan dal olduktan sonra arttı. Şu anda büyük hastanelerin hepsinde perinatoloji bölümleri ayrıdır ve bu bölümleri perinatolog olan arkadaşlar idare ederler. Üniversite ve eğitim hastanelerinde yan dal uzmanlığı eğitimi verilir. Buralardan mezun olan arkadaşlar mecburi hizmetlerinin ardından Türkiye’nin dört bir yanına dağılıyorlar. Perinatoloji uzmanlığı oldukça önemli. Yüksek riskli gebeliklerle uğraşıyorlar. Bir de rutin gebeliğin kritik noktalarında gebeliği kontrol ediyorlar. Bunların dışında özellik arz ediyorsa ve risk taşıyorsa gebenin doğrudan takipleri bir peritonoloji uzmanı tarafından yapılmalıdır.

Kongre başlıklarını tek tek ele almaktansa sizin uzmanlık alanlarınızdan ilerleyelim mi? Üreme endokrinoloji ve infertilite hakkında konuşalım. Özellikle gebe kalma yaşının ilerlemesi ve bunun getirileri üzerine değinelim istiyorum.

Üreme endokrinoloji ve infertilite bu iki önemli konuyu içeriyor. Bunlardan bir tanesi endokrinolojik problemler yani jinekolojik hormon sistemiyle ilgili olanlar. İkincisi de infertilite yani kısırlık. Orada çok haklısınız. Gebelik yaşı ilerledi. İnsanların sosyal yaşamları, meslek sahibi olmak ve mesleklerinde gerekli kariyeri yapabilmek için beklemeleri gebe kalma yaşını geciktiriyor.

Bilindiği üzere günümüz teknolojilerinin ilerlemesi, sağlık konusundaki gelişmeler insan ömrünü uzatmaktadır. Ancak kadınlar açısından baktığımızda yumurtalıkların çalışma sürelerinde değişiklik yoktur. Yani menopoz dediğimiz olayın ortalama yaşı olan 50 yaş değişmez. Diyelim ki 48 yaşında son adetini görecekse bir kadın, kendi yaşam süresi uzasa dahi yine o yaşta menopoza girer. Bu ne demek oluyor, rezervler gittikçe azalıyor. Bir kadın için optimal gebe kalabilme yaşı 24 civarıdır. Bunu yüzde yüz kabul ederseniz ondan sonra yaş ilerledikçe gebe kalabilme şansı azalmaya başlıyor.  Özellikle 35 yaşına kadar hafif olan bu azalma, bu yaşlardan itibaren hızlanıyor. Diğer taraftan kadınlardaki yumurta hücreleri yeni yapılanan hücreler değildir. Bunlar kişinin kendi gelişimi sırasında, yani annesinin rahminde iken oluşan hücrelerdir. Yani kadınla aynı yaşta olan hücrelerdir. Yaşam süresince de sürekli sayıca azalan hücrelerdir. Bu durum, yaş ilerledikçe yumurta hücrelerinin genetik yapılarında bozulmaların artmasına neden olur.  Böyle bir hücre döllenmekte zorluk çeker. Diğer taraftan genetik yapısı anormal embriyo oluşumuna neden olabilir. Sonuçta düşükler ya da anomalili bebek gelişme ihtimali artar. Bu nedenle görünen o ki, hem gebe kalabilme hem de gebelik oluşursa da problemli gebeliklerle karşılaşma olasılığı ileri yaşlarda artıyor. Evet, teknoloji ilerledi bu da insan ömrünü uzattı ama doğurganlık ve yumurtalığın yaşlanma periyodunda herhangi bir değişim yok. Siz doğurganlık yaşını ileriye atarsanız o zaman gebe kalabilme şansınızın azaldığı yaşlara geliyorsunuz. Bu da infertilitenin artmasının görüldüğü yaşlardasınız demektir.

Tabii infertilitenin tek nedeni bu değil. Bu sadece bir faktör ve günümüzdeki durumu açıklıyor. Bunun dışında bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz birçok neden söz konusu. Nedenleri araştırmak, tespit ve tedavi etmek, üreme endokrinolojisi ve infertilite bölümünün alanına giriyor. Tabii bu konuda da gelişmeler var. Önceleri tedavisi mümkün olmayan bazı durumlar, bilim ve teknoloji sayesinde artık çözüme kavuşturulabiliyor. Bunun en çarpıcı örneği: Tüp bebek. Tüp bebek olmadığı dönemlerde; “Kusura bakmayın sizin çocuğunuz olamaz” dediğimiz hastaların büyük bir kısmının şu anda çocuk sahibi olmasını sağlayabiliyoruz. Tabii bu tür yöntemlerde bile en önemli kural yumurtalıkların çalışmaya devam ediyor olmasıdır. Yumurtalık eğer çalışmayı durdurmuşsa yapacak pek fazla bir şeyiniz yok.

Menopoza da değinelim biraz. Ülkemizde bu süreç biraz atlanıyor gibi.

Bütün dünyada böyle. Biraz evvel de konuştuğumuz gibi insan yaşam süresi uzuyor. 1900’lü yılların başlarında 49 olan kadın ortalama yaşam süresi günümüzde 80-85 yaş civarında. Oysa yumurtalık yaşında herhangi bir değişim yok. O yine aynı prosedürleri sürdürüyor. Düşünün bir kadının ömrünün 40 sene olduğu dönemleri, menopoz bilinmiyor. Çünkü o yaşa gelmeden kadın zaten yaşamını yitiriyor. Oysa günümüzde ortalama ömrün yarısına yakın kadarını bu dönemin oluşturduğu olumsuzluklarla sürdürmek zorunda. Olaya diğer açıdan bakacak olursak, yaşlanan nüfus artmakta. Yani menopoz sonrası dönemini yaşayan kadın sayısı hızla yükselmektedir. Bu da bu dönemin oluşturduğu olumsuzlukları yaşayan kadın sayısının ve kadının bu dönemde geçirdiği sürenin artması demektir. Yumurtalık iki önemli göreve sahiptir. Bunlardan birisi yumurta hücresini olgunlaştırmak ve üremeyi gerçekleştirmek. Diğeri ise seks steroidleri dediğimiz hormonları, yani östrojen, progesteron ve androjenleri salgılamak. Yumurtalıklar fonksiyonlarını azaltınca bu iki olayda gerileme ve hormon seviyelerinde azalma ortaya çıkıyor. Bunların içinde östrojen adını verdiğimiz kadınlık hormonu, bir kadın için oldukça önemli bir hormondur. Tüm sistemlerde olumlu etkileri bulunmaktadır.

Menopoz sonrası östrojen eksikliğine bağlı olarak bu etkiler azalır ve semptom veren ya da vermeyen etkiler kendini göstermeye başlar. Bu gelişmeleri iki ana grup altında belirtmek mümkündür. Birisi yaşam kalitesini ilgilendiren değişimler, diğeri yaşam süresini etkileyebilecek sistem kayıpları. Kadınların en çok yakındıkları ve doktora müracaat sebebini oluşturan belirtiler, yaşam kalitesi ile ilgili olanlardır. Oysa sessiz seyreden bazı sistemlerdeki risk artışları belirti vermeden gelişir ve yaşamı tehdit eder. Yaşam kalitesine ait belirtilerin başında klasik menopoz yakınmaları (ateş basması, sıkıntı, terleme nöbetleri, uyku bozuklukları, anksiyete ve depresyon, kadın öz bakımında gerileme, cinsel fonksiyon kayıpları, gibi) gelmektedir. Menopoz nedeni ile doktora müracaat eden kadınların yaklaşık yüzde 75’i ateş basması şikayeti ile gelir. Oysa bu yakınma her üç kadından birinde görülmez. Olan kişilerde de değişik şiddetlerde yaşanır.

Menopozdan sonra yaşam kalitesini ilgilendiren belirtileri takiben daha ileri yıllarda sistemlere ait değişimler kendini göstermeye başlar. Bunların en önemlileri arasında şüphesiz kardiyovasküler sistem ve kemik doku gelmektedir. Çünkü östrojen bu iki sistem üzerinde olumlu etkilere sahip bir hormondur. Azaldığı zaman kemik mineral yoğunluğunda azalma, kemik kırılganlığında artışlar ortaya çıkar. Postmenopozal osteoporoz adı verilen bu durum, kadınlarda kemik kırıklarına, buna bağlı olarak vücut postür değişikliklerine ve boy kısalmasına neden olur. Hafif travmalar ile kolay kırık gelişebileceği için ileri yaşlarda kalça kırıklarının görülme sıklığı artar. Mortalitesi yüksek olan bu kırıklar erkeklere göre kadınlarda daha sıktır.

Östrojen kardiyovasküler sistem (kalp-damar sistemi) üzerine koruyucu etkisi olan bir hormondur. Bu nedenle bu hastalıkların görülme sıklığı ve yine bu hastalıklara bağlı ölüm oranları erkeklerde kadınlara göre 2,5-4 kat daha fazladır. Ancak menopoz ile birlikte kadınlarda bu hastalıklara bağlı ölüm oranları yaş ilerledikçe artmakta ve ölüm nedenleri arasında ilk sıralara yerleşmektedir.  Diğer taraftan erken menopoza giren kadınlarda kardiyovasküler hastalık görülme sıklığı artış göstermektedir. Bizim uyguladığımız hormon tedavisi bu yönde korumayı devam ettiriyor mu konusu günümüzde tartışmalı konular arasındadır. Kabul edilen ortak görüşe göre; erken yaşlarda yani menopoza geçiş dönemlerinde başlanan tedavi, korumayı sürdürmektedir. Buna karşın menopozdan sonra belirli süre hormon kullanmayan kadınlarda tedaviye sonradan başlanması durumunda tam tersi etki görülmekte ve zararı daha fazla olmaktadır. Bu nedenle tedaviye ne kadar erken dönemlerde başlanırsa olumlu etkileri o denli fazla olmaktadır.

Daha önce de belirttiğim gibi, yıllar ilerledikçe yaşlı nüfus ve menopoz sonrası östrojensiz bir dönemi uzun süre yaşamak zorunda olan kadın nüfusu artmakta ve dolayısıyla bu kişiler yakınmalarının düzeltilmesi için çare aramaktadırlar. Bu bağlamda ilk akla gelen tedavi şekli hormonu yerine koyma şeklinde (hormon replasman tedavisi) düşünülmüş ve yaygın şekilde kullanılmıştır. Ancak yapılan çalışmalar, bizlere vücudun kendi mekanizması ile homeostatik sisteme uygun üretilen hormonun etkisi ile dışarıdan ilaç şeklinde uygulanan hormon tedavisinin birebir aynı düzeyde etkiye sahip olamayacağını göstermiştir. Bu nedenle görülebilen bazı yan etkiler, kadınları ve en önemlisi doktorları bu tedaviden korkutmuş ve uzaklaştırmıştır. Oysa uygun şekilde düzenlenen bir tedavinin olumlu etkileri, olası yan etkilerinden çok daha fazladır. İşte bu nedenle tedavinin düzenlenme şekli çok önemlidir. Tedavi kişiye özgüdür. Standart bir formatı yoktur. Kişiye uygun bilinçli düzenlenen bir tedavinin, kadının yaşam kalitesi ve süresini olumlu yönde etkileyeceği şüphesizdir.

2000 yılında sonuçları açıklanan bir çalışma (WHI), tüm dünyada o zamana kadar uygulanmakta olan tedaviden ve dolayısıyla rutin kontrollerden ciddi bir uzaklaşmaya neden olmuştur. Çalışmanın sonuçları hakkında uzun yıllar tartışmalar yapılmış ve aslında korkulan sonuçların ilk açıklandığı şekilde olmadığı netlik kazanmıştır. Fakat meydana gelmiş olan korku ve uzaklaşma, etkisini halen devam ettirmektedir.

Tedaviden kaçışı, maalesef takipten de kaçış izledi. Doktorlar da bu konunun üzerine çok fazla gitmedi. Onların da belirli kısmı, gerektiği halde tedavi vermekten kaçındılar ve menopoz konusu yalnız kaldı. Şimdi böyle büyük bir kadın nüfusu karşınızda çaresiz bir şekilde yaşamını sürdürüyor. Bizler, bu konuyla ilgili olan kişiler, bunun halka yönelik eğitimlerini vermeye çalışıyoruz ama yerleşmiş o korku yüzünden bütün dünya genelinde takip ve tedavide geri dönüş beklendiği gibi olmuyor. Tedavi uygulanmayacağı zaman da ister istemez insanlar kontrolden kaçıyor. Bu yüzden birçok hastalığın önceden yakalanabilme özellikleri kayboldu. Birçok hastalık ileri evrelerde karşımıza gelmeye başladı. Menopoz günümüzde bu.

Hormon tedavisi mutlaka gerekli midir?

Hormon tedavisi, gerektiği takdirde yararları çok olan bir tedavidir. Öncelikle kadının bu tedaviye ihtiyacının olup olmadığının, varsa uygulanacak tedavi şekli ve protokolünün bu konu ile ilgili uzman bir doktor tarafından belirlenmesi gerekir. Etkinlik açısından hormon tedavisi en güçlü tedavi şeklidir. Ancak kullanılamadığı durumlarda alternatif tedavi yöntemleri düşünülebilir.

Aslında belirtmek istediğim en önemli nokta, birçok risk artışlarının yaşandığı bu kritik yaş döneminde bulunan bir kadının yapması gereken en önemli şeyin, düzenli sağlık kontrolleri olduğunun unutulmamasıdır. Bu kontroller, tedaviden bağımsızdır. Yani kadın tedavi alsın ya da almasın, kontrollerini düzenli olarak yaptırmak zorundadır. Ancak bir grup maalesef; “Ben nasıl olsa tedavi almayacağım, onun için niye doktora gideyim” diyor ve gitmiyor.

Gitmiyor ve kulaktan duyma bilgilerle bu süreci atlatmaya çalışıyor…

Menopoza; “Aynı şeyi büyükannelerimiz de yaşamış” düşüncesiyle bakmamak , teknoloji ve tıptaki gelişmelerden yararlanmak lazım. Önerilen tedaviyi alıp almamak zaten kişiyle konuşularak uygulanan bir şey. Örneğin; hastaya bir endikasyon koydunuz ve tedavi vermeniz gerekiyor. Karşınızdaki kişi “Ben tedavi almak istemiyorum” derse zorla tedavi uygulamak mümkün mü? Hayır. Burada doktor olarak bizlere düşen en önemli görev; tedavinin nedenini, olumlu-olumsuz yönlerini detaylı ve kişinin anlayacağı şekilde anlatmaktır. Çünkü insanların çoğunluğu, yanlış bilgilendirme ve kulaktan dolma duyumlar sonucu tedaviye karşı oluşan anlamsız korku sebebiyle tedavi almamakta ve kontrollerini aksatmaktadırlar. Gerçekten bu şekilde yaklaştığınızda karşınızdaki kişinin uyumundaki artışı belirgin bir şekilde gözlüyorsunuz.

Bu konuda Sağlık Bakanlığı’nın da çalışmaları var. Birçok merkezde ücretsiz taramalar yapılıyor.

Evet, çok güzel bir uygulama. Mesela birçok merkezde meme taramaları, rahim ağzı kanser taramaları yapılıyor. Kadınlar aile hekimlerine ulaşıyorlar. Onlar genel kontrollerini yapıyor. Şüphelenildiği takdirde uzmanlara gönderilebiliyor. Tabii ki o konularda ciddi gelişmeler var. Ama önce eğitim şart. Menopozun nasıl bir şey olduğunu anlatmak ve bu konuda halka eğitim vermek çok çok önemli. Bu programların artırılması lazım. Halka yönelik menopoz konusundaki bilgilendirmeyi mutlaka yapmak lazım. Normal bir hastalığı tanımlıyoruz. Kamu spotları var. Bu bir hastalık değil belki ama yan etkileri var, riskleri olan bir dönem. En azından kadınları rutin kontrollere yönlendirecek programların bence düzenlenmesi gerekiyor.

Ben aynı zamanda Türkiye Menopoz ve Osteoporoz Derneği’nde yönetim kurulundayım. Bu konuda saha araştırmaları yapıyoruz.  Kadınlara, “Menopoz konusunda nereden bilgi alıyorsunuz?” diye sorduğumuz zaman; büyük oranda aldığımız cevap, “Eş, dost, komşu, tanıdık, akrabadan” oluyor.  Tabii ne denli sağlıklı tartışılır.

Erken menopozda durum farklıdır sanırım?

Yumurtalıkların fonksiyonlarını durdurduğu süreç normalde 40 yaş sonrasında başlar. Eğer bu dönem 40 yaşın altında olursa “erken yumurtalık yetmezliği”nden bahsedilir. Bu yetmezlik kalıcı ise “erken menopoz” olarak isimlendirilebilir. Doğal menopoz fizyolojik bir olay olarak tanımlanmasına karşın, erken yetmezlik hastalık olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle tedavi edilmesi gerekir ve bu kişilerin hormon kullanmaları, önemli bir engel söz konusu değilse mutlak gereklidir. Bilinen ya da bilinmeyen birçok nedeni vardır. Bir bölümünde genetik neden söz konusudur ve ailede başka bireylerde de gelişebilir. Bu nedenle eğer bir kadının soyunda 40 yaş altı menopoz varsa o kişiler risk taşırlar.

Son olarak sizin eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Eklemek istediğim: Kongrede bir bölüm; “bütün bu bahsettiğimiz gelişmeler, ne oluyor, neredeyiz, kadın hastalıkları ve doğum konusunda hangi yeni gelişmeler var?” bu konu başlıklarıyla ilerleyecek. “Güncel durumlar nedir?” bunları oturup konuşacağız. Bir de klasik bilgiler olacak. Klasik bilgilerdeki durum nedir? Bunlarda herhangi bir değişim var mı?

Güzel bir kongre olacağına inanıyorum. Çünkü bizler bu kongreyi düzenlemekten çok keyif alıyoruz, arkadaşlarımızın ilgileri de yoğun. Kongre gibi değil de daha çok üniversite eğitimi gibi oluyor. Tekrar hatırlatmak istiyorum. Bu toplantılar karşılıklı bilgi alış verişleridir. Biz eğitimciler de bizleri dinlemeye gelen meslektaşlarımızın deneyimlerinden çok şey öğreniyoruz. Özellikle üniversitemizin düzenlediği bu kongrenin konsepti karşılıklı bilimsel bir şölen şeklinde olmasıdır.

7-10 Aralık tarihlerinde, İstanbul Üniversitesi 7. Kadın Doğum Günleri’nde buluşmak üzere diyerek sözlerimi sonlandırmak istiyorum. Saygılarımla…

 

 

 

 

 

 

 

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu