Grip Olmamak İçin Haydı Aşıya!

ulusal-ic-hastaliklari-kongresi
17. Ulusal İç Hastalıkları Kongresi, Türk İç Hastalıkları Uzmanlık Derneği (TİHUD) tarafından14-18 Ekim 2015 tarihleri arasında Sueno Hotel&Kongre Merkezi Belek, Antalya’da gerçekleştirildi.

Kongrede bu yılın ana teması “Grip Olmamak İçin Haydı Aşıya!” sloganıyla gribal rahatsızlıklara karşı aşı bilincinin oluşturulması oldu. Türk İç Hastalıkları Uzmanlık Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Serhat Ünal grip aşılarının, dünyada gribe neden olan en yaygın iki A, bir de B tipi virüse karşı üretilmekte olduğunu, A tipi influenza virüsünün insan ve hayvanları ,daha hafif grip nedeni olan B tipinin ise sadece insanları, özellikle de çocukları etkilediği anlatmıştır.

Ünal, grip aşısının, 20. yüzyılın en önemli icadı olduğu, çok başarılı bir program olan aşılamanın, çok kısa süre içerisinde gelişmesine rağmen çiçek, difteri, kızamık, kızamıkçık, kabakulak gibi 12 majör hastalığın kontrolünü sağladığı vurgulanmıştır.Toplumun ne kadar yaygın aşılanırsa o denli yüksek başarı elde edileceği vurgulamıştır. Türkiye’nin elindeki 15 çeşit antijenle, minimum %97 aşılama oranlarıyla bu konuda son derece başarılı olduğu, ancak öte yandan 50 yaş üstü olup altta yatan diyabet hastası, kronik akciğer hastalığı, solunum yetmezliği, kronik böbrek hastalığı olan 17 milyon insanın, 7,5 milyon da 65 yaş üstü insanın varlığının dolayısıyla Türkiye’de 23 milyon grip aşısı yapılması gereken erişkin insanın olduğu hatırlatmıştır. Özellikle de grip aşısı yaptırmamış olanların kalp krizinden daha çok öldükleri çünkü gribin getirdiği fiziksel yükün insanlara enfaktüs (kalp krizi) geçirttiğinin altını çizmiştir. Yeni nesil grip aşılarının, ölümleri %80 önlediği de ayrıca vurgulamıştır. Raporlarda, dünyada her yıl 1 milyar grip vakasının meydana gelmekte olduğunu, 3 ila 5 milyonu ciddi, hastaneye yatışı gerektirdiği, bunlardan 300 ila 500 bini ölüm ile sonuçlandığı belirtmiştir. Özellikle, son yıllarda domuz gribinin dünya nüfusunu ciddi bir şekilde tehdit ettiği ayrıca belirtmiş, hamile kadınların domuz gribinden daha şiddetli etkilendikleri göz önünde bulundurulursa, DSÖ grip aşısı olmaları gerektiği anlatmıştır. Kalp, böbrek, diyabet gibi kronik hastalığı olanlar ile kanser ve organ nakli gibi nedenlerle bağışıklık sistemi baskılananlara ve 65 yaş üstündekilere grip aşısı ücretsiz olduğu, bu kişilerin mutlaka grip aşısı yaptırması gerektiği, aşıların sadece bir yıl koruduğu da hatırlatılarak aşıların her yıl uygulanması gerekliliğinin de altını çizmiştir. Son olarak ta, toplumda grip aşısı sonrası hastalandığından ya da aşıya rağmen gribe yakalandığından yakınanlar olduğu görüldüğü ancak ortamda, o yıl için üretilen aşıların içeriğinde bulunanlardan farklı virüsler de dolaşabildiğinin unutulmaması gerektiğini hatırlatmıştır. Prof. Dr. Serhat Ünal, “Eğer bir kişi farklı virüs tipleriyle karşılaşmışsa gribe yakalanabilir. Dolayısıyla grip aşısına rağmen bu hastalığı geçiren kişiler, aşının koruduğu virüsler nedeniyle değil, diğer virüslerden dolayı hastalanabilir. Grip aşısının koruyuculuğu 15 gün sonra başlamaktadır, virüsü aşılanmadan önce kapanların hastalanması kaçınılmazdır. Grip aşısı yumurtada üretildiği, yumurtadan geçen proteinler tamamen arıtılamadığı için bu besine karşı alerjisi olanlar grip aşısı yaptırmamalıdır.” Bir başka konu da çocukluk çağında yapılan aşılamaların erişkinlik te hastalıklardan koruyamayacağı vurgusudur. Hacettepe Üniversitesi’nde yapılan çalışmada polikliniğe başvuran erişkinlerin %69’unda tetanoz, %65’inde difteri ve % 91’inde boğmacaya karşı koruyuculuk kalmadığı görüldüğü belirtilmiştir. Oysa ki bir çok çocukluk çağı infeksiyon hastalığı erişkinlerde çok daha ağır seyredebilmektedir, bunun en yakın örneği 2013 yılında ülkemizdeki genç erişkinlerin etkilendiği kızamık vakalarında yaşanmıştır. “

Türk İç Hastalıkları Uzmanlık Derneği’nin, ‘Haydi Büyükler Aşıya’ kampanyası dahilinde yaptığı çalışmalarda erişkin aşılamasında hedeflerimize ulaşmak için farkındalık ve eğitim programları düzenlemesi gerektiğini ortaya koymuştur. Prof.Dr. Ünal örnek olarak ta, Denizli’de İl Sağlık Müdürlüğü ile birlikte aile hekimleri arasında oluşturulan farkındalık çalışması ve aile hekimlerine verilen eğitimle, 65 yaş üstü kişilerde pnömokok (zatüre) aşılanma oranı %11,6’dan %60’a çıkarılmış olduğunu, özellikle altta yatan diyabet, KOAH ve kanser gibi kronik hastalığı olanlar ve yaşlıların invaziv pnömokok hastalıkları açısından yüksek ölum riski taşıdıklarını ancak buna rağmen bu hasta gruplarında, pnömokok (zatüre) aşılanma oranları oldukça düşük olduğunu gözlemlediklerini belirtmiştir.

Altın Saatler Hayati Önem Taşıyor

Söz alan İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Öğr. Üyesi Prof. Dr. Kerim Güler ise son yaşanılan Ankara’daki terör saldırısı sonrasında yapılan ilk yardımın ve acil sağlık hizmetlerinin bu ve buna benzer olaylardaki hayati önemini vurgulamıştır. Prof.Dr. Güler, acil sağlık müdahalesi gerektiren durumlarda öncelikle “yeterli ve doğru alan triajını” ‘nın iyi yapılması gerektiğini belirtmiştir. Burada kastedilen bu tip olaylardaki, yaralıların hayati tehlikelerinin daha yüksek olandan, daha düşük olanlarına doğru bir sıralama yapılması gerektiği ve buna gore müdahalede bulunulması gerekliliğidir. Sonrasında ise ilk elden yaralıların,en yakın sağlık kuruluşuna yönlendirilmelerinin sağ kalım oranını arttıracağını Prof. Dr. Güler öngörmektedir. Prof. Dr. Güler diğer bir taraftan, özellikle son yaşanılan olayda, acil servis doktorlarının açıklamalarına göre yaralanmaların çoğu bacak ve karın bölgesinde olduğunu, bacaklarda kırık, yaralanma, bağırsak ve mide çevresinde derin yaraların olduğunu, büyük yaralanmalara neden olanların ise domdom kurşunu denilen büyük vidalı bilyelerden kaynakladığını belirtti. Özetle, ülkemizde deprem ve benzeri doğal afetlerin ve terör saldırılarının ciddi bir şekilde toplumu tehdit ettiği göz önünde bulundurulursa acil tıp müdahalesinin öneminin açığa çıktığını belirtmiştir. Prof. Dr. Güler’in dikkat çektiği bir başka nokta da günümüz tıp dünyasında reanimasyon (hayati tehlike gösteren vakalarda, hastanın kontrol edildiği bölüm) her geçen gün biraz daha fazla önem kazanmakta olduğudur. Acil sağlık hizmeti, hastane organizasyonu içinde önemli bir yer tutmaktadır. Acil servis ile laboratuar, görüntüleme birimleri ve konsültasyonların eşgüdümlü çalışması ve bu uyumun acil olguların değerlendirilmesi ve iyileştirilmesine yansıması, hastanenin hizmet kalitesini artırmaktadır. Acil servislerin gereksinimleri karşılayacak tarzda düzenlenmesi de ayrı bir önem teşkil etmektedir. Hastaların ciddiyetine göre özelleşmiş koşulları barındıran, yeniden canlandırma odası, müdahale odası, ayaktan muayene poliklinik odası, müşahede odası gibi farklı bölümlerden oluşması hastanın, daha acilden içeri alınırken uygun bölüme yönlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Ancak, reanimasyon servisine adım atmadan önce biraz daha geriye gitmek ve “acil yardım” diye adlandırılan ilk müdahale konusuna dönmek gerekmektedir. Çünkü, trafik kazasında yaralanan kişiyi, kalp krizi geçireni ya da ağır bir zehirlenme olayı yaşayanı hayata döndürmek çoğu zaman saniyelerin rol oynadığı bir süreçtir. Örneğin, ana damarlardaki bir kanama, sapasağlam bir insanı 5-6 dakika içinde öldürebilmektedir. Duran bir kalbi yeniden çalıştırmak için, 3-4 dakika içinde mutlaka müdahale edilmesi gerekmektedir. Çünkü, bu süre geçtiği takdirde, oksijensiz kalan beyinde çok ciddi zararlar oluşmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, günümüzde kalp krizi geçiren kişilerin, ne yazık ki sadece yüzde 50’si hastaneye canlı olarak yetiştirilebilmektedir. Prof. Dr. Güler son olarak konuşmasında, “hayatta kalma savaşından galip çıkmak’ büyük ölçüde ilk müdahalenin hızla yapılmasına bağlıdır. Yine Dünya Sağlık Örgütü’nün rakamlarına göre, ölümcül bir rahatsızlığı olan kişi, eğer 5 dakika içinde hastaneye yetiştirilirse, yüzde 70 oranında kurtarılabilmektedir. Bu oran 25 dakika içinde yüzde 50’ye, bir saat içinde ise ne yazık ki sıfıra düşmektedir. Bunun için doktorlar, rahatsızlık ya da kazanın oluşumunu izleyen ilk dakikaları “altın saatler” olarak tanımlamaktadır. Çünkü, bu altın saatler içinde müdahale edildiği takdirde, beyin, kalp, akciğerler müdahaleden önce ya da sonra kendi kendilerine çalışma ritimlerini alabiliyorlar. Böylece ölüme giden döngü kırılıyor” mesajını vermiştir.

Hipertansiyon İhmal Edilmemesi Gereken Bir Sağlık Sorunudur
Kongrede söz alan bir başka konuşmacı da Türk Hipertansiyon Uzlaşı Raporu Çalışma Grubu adına söz alan Hacettepe Üniversitesi Nefroloji ABD Başkanı Prof. Dr. Yunus Erdem olmuştur. Prof. Dr. Erdem “Hipertansiyonda Uzlaşı Raporu- 2015” başlıklı bildiride Hipertansiyon tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de sık görülen, önemli bir halk sağlığı sorunu olduğunu, Avrupa ve Amerika kaynaklı ulusal ve uluslararası kabul gören birçok kılavuzda hipertansiyon tanı ve tedavisi için öneriler sunulduğunu belirtmiştir. Ancak bu kılavuzlar arasında farklılıklar bulunmakta olduğunu ve bazı önerilerin de ülkemizdeki klinik pratikle uyumlu olmamakta olduğunu söylemiştir. Hipertansiyon kılavuzlarını Türkiye açısından değerlendirerek önerileri harmanlamak ve erişkinlerde hipertansiyon tanı ve tedavisinde ortak bir yaklaşımda buluşmak amacıyla Türk Kardiyoloji Derneği (TKD), Türk İç Hastalıkları Uzmanlık Derneği (TİHUD), Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği (TEMD), Türk Nefroloji Derneği (TND) ve Türk Hipertansiyon ve Böbrek Hastalıkları Derneklerinin katılımı ile bir uzlaşı raporu hazırlanmasına gerek duyduklarını, bu amaçla ülkemizde 1. basamaktaki bir aile hekiminden 3. basamaktaki bir uzmana kadar, hipertansiyon hastaları ile ilgilenen tüm hekimlerin ortak kavramlarda buluşabileceği ve temel başvuru kaynağı olarak kullanabileceği pratik bir metin hazırlamak amacına gittiklerini belirtmiştir. Prof. Dr. Erdem’in yaptığı açıklama şu şekildedir. “Hipertansiyon; kalp hastalıkları, inme, böbrek hastalığı, erken ölüm ve yetiyitimi gibi durumlarla ilişkili olup sağlık ve ekonomi alanında önemli bir yük oluşturmaktadır. Bununla birlikte hipertansiyon önlenebilir ve tedavi edilebilir bir hastalıktır. Yüksek tansiyonu olanların %95’i primer (esansiyel) hipertansiyon olup %5’inde parankimal böbrek hastalığı, renal arter stenozu, aşırı aldosteron salınımı, feokromasitoma ve uyku apnesi gibi bir nedene bağlı sekonder hipertansiyon mevcuttur. Hipertansiyon komplikasyonları dünyada her yıl 9.4 milyon ölüme neden olmaktadır. Kalp hastalıklarına bağlı ölümlerin %45’inden, inmeye bağlı ölümlerin %51’inden hipertansiyon sorumludur. Erişkinde hipertansiyon prevalansı %35–46 arasında bildirilmektedir. Hipertansiyon prevalansının yüksekliğinin toplumlarda yaşlı nüfusun artışı, obezitenin artışı ve diyette tuz alımının fazlalığı ile ilişkili olduğu bulunmuştur. Türkiye’de erişkinlerde popülasyon bazlı epidemiyolojik çalışmalarda hipertansiyon prevalansı %31.8 (kadınlarda %36.1, erkeklerde %27.5) olarak,[3] 4 yıllık insidans hızı ise %21.4 (>65 yaşta %43.3) olarak[4] belirlenmiştir. Bu çalışmalarda taranan kişilerin %32.2’sinin daha önce hiç kan basıncı (KB) ölçümü yaptırmadığı saptanmıştır. 2012 yılında yapılan çalışmada ise bu oran %21.9 olarak bulunmuştur. 2003 yılında hipertansiyonu olanların %40.7’si hastalığın farkında iken 2012 yılında bu oran %54.7 olarak saptanmıştır. İlaç tedavisi alanların oranı 2003’te %31.1 iken 2012’de %47.4’e ve KB kontrolü de %8.1’den %28.7’ye yükselmiştir. Bu veriler ülkemizde hipertansiyon prevalansının yüksek olduğunu, bununla birlikte tanı ve tedavi oranlarının yeterli olmadığını göstermektedir. Hipertansiyon prevalansını azaltma ve hipertansiyon kontrolünde etkili bir yaklaşım için standart pratik algoritmaların kullanılmasının yararı gösterilmiştir. Bu uzlaşı raporu, uluslararası kabul görmüş kılavuzların ışığında Türkiye’de erişkinlerde hipertansiyonun tanı ve tedavisinde klinik pratikte kullanılabilecek temel önerileri içermektedir.” Raporda belirtildiği üzere “Hipertansiyon” erişkinlerde (>18 yaş), hekim tarafından yapılan standart ölçüm ile sistolik Kan Basıncı(KB) ≥140 mmHg ve/veya diyastolik KB ≥90 mmHg olması hipertansiyon (yüksek KB) olarak tanımlanmaktadır. Yaşı ≥80 olanlarda sistolik KB’nin 150 mmHg’ye kadar kabul edilebilir olduğu bildirilmektedir. Her erişkinin klinik muayenesinde, tansiyon ölçümünün yapılması gerekliliğini vurgulayan Prof. Dr. Erdem, doktorun hastadaki risk faktörlerini belirlemesi gerektiğini, 30 saniyeden daha kısa olmamak koşuluyla nabzının sayılmasının önemli olduğunu vurgulamıştır. Sonrasında hastada yüksek tansiyon çıkmışsa, sekonder tansiyon (başka bir rahatsızlığa bağlı olan tansiyon yüksekliği) olup olmadığı konusunda gerekli klinik ve laboratuvar incelemelerinin yapılması gerektiğini belirtmiştir. Sonrasında ise, daha önceki KB ölçümleri, geçirilmiş ve/veya eşlik eden hastalıklar, ailede kalp-damar hastalığı öyküsü, hipertansiyon tedavisi için kullanılmış/kullanılmakta olan ilaçlar ile sekonder hipertansiyon nedenlerine ve organ hasarına yönelik belirtiler sorgulanmalıdır. Onu takiben otomatik ya da klasik tansiyon aletleriyle her iki koldan ara ile 3 defa tanisyonun ölçülmesi gerektiğini belirten Prof. Dr. Erdem, “ölçüm öncesi hastanın oturur durumda en az 5 dakika dinlenmesine izin verilmeli, avuç açık, kol kalp seviyesinde ve bir seferde en az iki ölçüm yapılarak (en az 2 dakika ara ile) ortalaması kaydedilmelidir. Hastada aritmi varsa otomatik cihazlarla KB ölçümü hatalı sonuç verebilir. Bu nedenle mutlaka palpasyonla nabız değerlendirilmeli ve düzensizlik varsa stetoskop kullanılarak KB ölçümü yapılmalıdır.Klinikte birkaç kez yapılan ölçümlerin ortalaması Evre 3 hipertansiyon düzeyinde olan hastalarda, ev veya ambulatuar KB ölçümü önermeden, o klinik muayene sonrasında hemen antihipertansif ilaç tedavisine başlanmalıdır. Hastalarda hedef organ hasarı açısından klinik ipuçları mevcutsa yine vakit geçirmeden tedaviye başlanmalıdır. Ev ölçümleri en az 5 gün, tercihen 7 gün yapılmalıdır. Ölçümler sabah ve akşam saatlerinde, en az 5 dakika oturur vaziyette istirahat sonrası ve ölçüm için önerilen standart önlemlere dikkat edilerek yapılmalıdır. Evde KB ölçüm değerleri ortalaması ≥135/85 mmHg ise hipertansiyon tanısı konulmalıdır.” Ambulatuvar KB ölçümünün hipertansiyon tanısı koymada önemine vurgu yapan Prof. Dr. Erdem, “Hipertansiyonun tanısında ve takibinde ideal bir yöntemdir ve imkan olan her durumda kullanılmalıdır. Bireyin uyanık olduğu saatlerde yapılan ambulatuar KB ölçüm değerleri ortalaması ≥135/85 mmHg ise hipertansiyon tanısı konulmalıdır. Tedavi konusuna da değinen Prof. Dr. Erdem, “Yaşam tarzı değişiklikleri; İdeal vücut ağırlığı, Tuz kısıtlaması, Sağlıklı beslenme, Sigaranın bırakılması, Alkol alımının azaltılması, Hareketli yaşam, Stres yönetimidir. Toplum sağlığı açısından erişkin bireyin KB hangi evrede olursa olsun uygun yaşam tarzı değişiklikleri önerilmelidir. Eğer bireyin KB yüksek normal düzeyde ise (sistolik 130-139 mmHg, diyastolik 85-89 mmHg) bu öneriler ısrarla vurgulanmalı ve önerilerin uygulanması daha güçlü teşvik edilmelidir” demektedir. Burada ilaç tedavisine de değinen Prof. Dr. Erdem, ” Hastanın yaşı, eşlik eden hastalıkları, tansiyonun kaynağı gibi durumları hekimler değerlendirerek uygun ilaç vermesi gerektiğini” vurgulamıştır. Prof. Dr. Erdem son olarak, “Hipertansiyon tedavisinde başarılı olabilmenin temel şartları, hastaların zamanında ve doğru tanı almasını sağlamak, yaşam tarzı değişikliklerini etkin bir şekilde uygulamak, ilaç tedavisine zamanında başlamak ve mutlaka ilaç uyumunu sağlamaktır” demiştir.

Doğru Tanı Romatizmal Hastalıkların Tedavisinde En Önemli Basamaktır

Kongrede söz alan diğer bir konuşmacı olan Hacettepe Üniversitesi İç Hastalıkları ABD Romatoloji BD öğretim üyesi Prof. Dr. Sedat Kiraz oldu. Prof. Dr. Kiraz, “Son 10 yılda romatoloji alanında gerek hastalıkların tanısı gerekse tedavisi konusunda önemli gelişmeler olmuştur. Günümüzde artık romatizmal hastalıkların erken dönemde tanınması erken ve etkin tedavisi yapılabilmektedir. Bu etkin tedaviler sonrası hastaların yaşam kalitesi artmakta, sakatlıklar engellenmekte ve romatizma kötü kader olmaktan çıkmaktadır” demiştir. Burada bir çok alt tipte romatizmal hastalığın bulunduğunu belirten Prof. Dr. Kiraz, doğru tanının konulmasının romatizmal hastalıkların tedavisinde standart yaklaşım olduğunu belirtmiştir. Prof. Dr. Kiraz, toplumda ve hekimler arasında romatizmal hastalıkların farkındalığını arttırmak için TİHUD ve TRD olarak çeşitli etkinlikler düzenlediklerini, bunlardan biri de; “Bel ağrınızı sorgulayın; “3 aydan uzun süren, sabah tutukluğu, gece uyandıran ağrınız varsa romatoloğa başvurun” sloganı ile gerçekleştirdiklerini, bu kampanya ile gençlerde kalıcı sakatlık nedeni olabilen spondiloartritli hastalara ulaşmak amaçladıklarını belirtmiştir. Halk arasında ‘eklem iltihaplanması’ olarak da bilinen Artrit konusunda toplumda farkındalık oluşturma hedefiyle, bu sene “Eline Sağlık Gelsin” sloganı ile 12 Ekim Dünya Artrit günü etkinlikleri yaptıklarını vurgulamıştır.

Hiperürisemi’ye Dikkat

Prof. Dr. Sedat Kiraz ile aynı bilimdalında görev yapan Prof. Dr. İhsan Ertemli de “Hiperürisemi’ye Dikkat!” başlıklı bir sunum yapmıştır. Prof. Dr. Ertemli “Hiperürisemi” ‘nin tanımını yaparak, “Hiperürisemi kanda ürik asit seviyesinin yükselmesidir ve en çok gut hastalığını tetikler. Normal olarak vücudumuzda günde 600mg. ürik asit üretilmektedir ve idrarla, dışkıyla atılmaktadır. Fazla üretildiğinde ise hiperürisemi oluşur. Hiperürisemi ve gut erişkin yaş grubunda en sık karşılaştığımız sorunlardan olup hiperürisemi prevalansı %5-20, gut prevalansı %2-5 olarak bildirilmiştir. Hiperürisemik bir hastayla karşılaştığımızda ilk yapmamız gereken diyabet, hiperlipidemi, metabolik sendrom gibi durumların düzeltilmesine yönelik adımlar ve iyi bir ilaç kullanımı öyküsü almak olmalıdır. Diüretikler, düşük doz aspirin gibi sık kullanılan çok sayıda ilaç hiperürisemi nedenidir. Uzun süren hiperürisemik yıllardan sonra gut atağı, ataksız ara dönem ve ilerleyen yıllarda hiperürisemi kontrol altına alınmazsa ortaya çıkacak olan kronik tofasöz gut, hiperüriseminin evreleridir. Kadınlarda 50, erkeklerde 30 yaş öncesi görülen hiperürisemi ve gut her zaman enzim defektlerini akla getirmelidir. Ürik asite bağlı böbrek taşları ve ürat nefropatisi hiperüriseminin diğer uzun dönem sonuçları olarak karşımıza çıkar. Hiperürisemin hipertansiyon ile yakın ilişkisi vardır ve gutlu hastalarda ürik asit düzeylerini düşürmek olaylarda kardiyovasküler azalma sağlamaktdır. Hiperürisemi tedavisinde amaç ürik asit düzeyini 5 mg/dl altına düşürmek olmalıdır. Bu durumda tofüsler çözülebilir. Hiperürisemi tedavisinde klasik olarak kullanılan allopurinol dışında son yıllarda kullanıma giren febuksostat özellikle allopürinole dirençli hastlarda önemli bir tedavi seçeneği olarak gündeme gelmiştir” demiştir.

Kolesterol Konusunda Halk Yanlış Bilinçlendiriliyor

Son konuşmayı yapan İÜ İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları ABD’ndan Prof. Dr. Tufan Tülek ise son dönemlerde medyada yer alan kolesterole yönelik yapılan tartışmlara değinmiştir. Prof. Dr. Tülek, son zamanlarda medyanın kolesterole ilişkin halk üzerinde yanlış anlamlara sebep olacak bilgi kirliliğine yer verildiğini, kolesterolün damar sertliğinin en önemli sebeplerinden biri olduğunu bu nedenle kolesterolün düşürülmesinin hayatı tehdit eden bir çok hastalığın önlenmesindeki en önemli basamaklardan biri olduğunu vurgulamıştır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu